Ahmet Altan*
Süddeutsche Zeitung çalışanı Selçuk beni arayıp “Sizden bir yazı rica ediyoruz” dedikten sonra kısa bir sessizlik oldu, bekledim, Selçuk devam etti, “Acaba 29 Ekim sabahı uyandığınızda ne hissettiğinizi ve ne düşündüğünüzü yazabilir misiniz?”
Güldüm, “Amerikalı bir romancıdan 4 Temmuz Bağımsızlık Gününün sabahı uyandığında ne hissettiğini yazmasını istediniz mi hiç?” dedim.
Selçuk’un da güldüğünü duydum, “Hayır” dedi.
29 Ekim, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun yüzüncü yıldönümü, hiçkimse, bir Alman romancıdan, bir Amerikalıdan, bir Fransızdan böyle bir gün için yazı istemeyi düşünmez.
Bu, gazetecilerin hatası değildir. Bu, kötü yöneticilerin geri bıraktırdığı ülkelerde yaşayan yazarların ödediği bir bedeldir. Türkiye, Rusya, Suriye gibi ülkelerin yazarları hep siyasi sorularla karşılaşırlar çünkü ülkelerinin ciddi siyasi sorunları vardır.
Sadece yazarlarına sorulan sorulara bakarak bir ülkenin gelişip gelişmediğini anlayabilirsiniz.
Aslında “29 Ekim sabahı uyandığında ne hissedeceğini yazsana” derken benim şu soruya cevap vermemi istiyorlar: “Yüzyıllık cumhuriyet başarılı mı başarısız mı?”
İzninizle ben bu soruya kendimden bir örnekle cevap vereyim.
Ben 2016 yılında kardeşim Mehmet Altan‘la birlikte tutuklandım, yaklaşık 4.5 yıl hapis yattım. Bizim tutuklanma nedenimizi kolayca tahmin edemezsiniz. Savcı, bizim televizyonda yaptığımız bir konuşmayla darbeci subaylara “subliminal mesaj” yolladığımızı iddia ediyordu. Ben, bu “suçtan” tutuklanana kadar, subliminal mesajın ne olduğunu bilmiyordum. Belki siz de bilmiyorsunuzdur.
Subliminal mesaj, insanın bilincinin farkına varamadığı, doğrudan doğruya bilinçaltını etkileyen mesaj demek.
Biz televizyonda bir konuşma yapmışız, Türk ordusunun subaylarının “bilinçaltını” bu konuşmayla etkilemişiz, o subaylar da dayanamamış bizim konuşmamızın ertesi günü darbe girişiminde bulunmuşlar.
Biz konuşmasak, subayların “bilinçaltını” etkilemesek, ertesi gün subaylar darbe girişiminde bulunmayacakmış.
Bizi bu “suçtan” tutuklatan adam hâlâ Türkiye’de savcılık yapıyor.
Sizce böyle bir adamın savcılık yaptığı bir cumhuriyetin “başarılı” olduğu söylenebilir mi? Almanya’da böyle bir suçlamada bulunan birine savcılık yaptırırlar mı? Almanya’da herhangi biri böyle bir suçlamayla tutuklanabilir mi?
Türkiye’de birçok masum insan bugün buna benzer saçma iddialarla hapis yatıyor.
Hukukun bu durumda olduğu bir cumhuriyetin başarılı olduğu elbette söylenemez. Hukukun olmadığı bir ülkede “cumhuriyetin” olması hiçbir anlam taşımaz. Rusya, İran cumhuriyet. İngiltere, Norveç krallık. Hangisinde yaşamak istersiniz?
Bir cumhuriyetin başarılı olması için aynı zamanda demokratik olması gerekir. Türkiye cumhuriyet ama “demokrasisi” yok. Demokrasisi olmayan cumhuriyet “hasta” demektir.
Ama bu yeni bir hastalık değil. Türkiye’de cumhuriyet kurulduğundan beri gerçek bir demokrasi olmadı. Demokrasi olmadığı için hukuk da hep sakattı. Benim babam da elli yıl önce yazdığı yazılardan ötürü tutuklanıp hapis yattı.
Bugünkü yönetim Türkiye’yi hastalandırmadı, “eski ve kronik” bir hastalığı akut hale getirdi. Hastalık bir anlamda metastaz yapıp bütün bünyeyi sardı. Onun için Türkiye’de sancı ve çekilen acılar arttı.
Tabii bu hastalık nedeniyle sadece yöneticileri, siyasetçileri suçlayamayız. Onların demokrasi getirmek gibi bir istekleri zaten yoktu ama bu toplum da demokrasi talep etmedi.
Bir toplum yüzyıl boyunca demokrasi olmadan yönetiliyorsa o toplumun demokrasi talebi yok demektir.
Demokrasi karşıtlığında iktidarla muhalefet arasında da büyük bir fark bulunmuyor. Geçenlerde Türkiye’nin ana muhalefet partisinin, insan hakları konusunda çalışmalarıyla tanınan bir milletvekili, ordunun yıllar önce bir köyü bombalamış olduğundan söz etti televizyonda. Önce kendi partisi suçladı onu, partisinin sözcüsü “orduyu töhmet altında bırakamayacağını” söyledi, katıldığı bir parti kongresinde kendi partisinin üyeleri ona arkalarını döndüler. İktidarla muhalefet omuz omuza gerçeği söyleyen bir milletvekiline karşı tavır aldılar.
Muhalefeti bu olan ülkede hangi demokrasi talebinden söz edeceğiz?
Türkiye’yi anlamak isteyen birileri varsa önce “neden Türkiye’de yaşayan insanlar demokrasi istemiyorlar” diye sormalı.
Türkiye’de “patron” devlettir. İktidara gelen, devlet hazinesini ele geçirir ve yandaşlarına para dağıtır. Siyaset, devlet hazinesini ele geçirmek için yapılır. İktidar ve taraftarları devlet hazinesini ele geçirdikleri için, muhalefet ve taraftarları da devlet hazinesini ele geçirme ihtimalleri olduğu için bu sisteme karşı çıkmaz.
Bir toplum, devletin harcamalarını denetleyemezse orada demokrasi olmaz.
Bizim toplumumuzda böyle bir talep yok. İnsanların çoğunluğu devletin harcamalarını denetlemek değil, o harcamalardan biraz da kendisine pay almak istiyor.
“Ben hakkımı istiyorum,” demekle, “bana biraz para ver” demek arasındaki fark “hastalığı” yaratıyor.
Ve bu yüz yıldır sürüyor.
Tabii böyle bir sistemi gözlerden saklamak, hangi hastalıktan muzdarip olduğunu toplumun anlamasını önlemek için arkasına gizlenilecek bir “perde” gerekir.
O “perde” milliyetçilik ve ırkçılıktır.
O “perde” yıllarca Türkiye’de siyaseti kontrol eden ordu için de milliyetçilikti, bugünkü iktidar için de milliyetçilik.
Şimdi söyleyeceğimi Alman okurlar çok iyi anlayacaklar çünkü aynı kaderin kurbanı olduk. Birinci Dünya Savaşı’nı kaybettik. Almanya çok ağır bir antlaşma imzaladı. Kendini aşağılanmış hissetti. O öfkenin sonucu korkunç olaylar yaşadı. Sonra kendisini bu öfkeden ve aşağılanmışlık duygusundan zenginleşip güçlenerek kurtardı.
Biz o savaşın sonunda bir imparatorluk kaybettik. Aynı öfkeyi ve aşağılanmışlık duygusunu hissettik. Bizde Hitler dönemi gibi bir dönem olmadı ama daha sonra Almanya gibi zenginleşip güçlenemedik de. O duygudan kurtulamadık. Orada sıkışıp kaldık.
Hep bir “yenme” isteği var bizde.
Milliyetçilik bu “yenme” isteğini çok iyi kullanıyor, sürekli besliyor ve toplumu daha da beter hastalandırıyor. Milliyetçilikle, hiç bitmeyen bir savaşma ve yenme isteğiyle sürekli fakirleşiyoruz.
Dünya da “sizin jeostratejik öneminiz var” diyerek bizim bu “yenme” isteğimizi körükleyip duruyor. Bu “jeostratejik önem” hep savaş konseptiyle birlikte kullanıldığından hoşumuza gidiyor.
Türkiye’nin bir “jeostratejik önemi” var tabii. Ama bu, savaş için geçerli olan bir jeostratejik önem değil. Kıtalararası balistik füzelerin olduğu bir dünyada bunun fazla bir geçerliliği yok.
Bu “jeostratejik önemi” alıp “barışın” üstüne koyarsanız, işte o zaman gerçek değerini kazanır. Çünkü Türkiye’nin yeryüzünün başka hiçbir ülkesinde olmayan bir önemi ve gücü var. Büyük bir imparatorluğun mirasçısı olduğumuz için Avrupa’yı da Orta Doğu’yu da biliyoruz. Yüzyıllarca Hristiyanlarla iç içe yaşamış Müslüman bir toplumuz.
Avrupa’yla Orta Doğu, Müslümanlarla Hristiyanlar arasında köprü görevi görebilecek, birbirlerini anlamalarını ve barışı sağlayabilecek bir konumdayız.
Türkiye, “bBiz herkesten daha iyi savaş yaparız” inancını ve isteğini, “Biz herkesten daha iyi barış yaparız” inancıyla değiştirdiğinde hem dünya için, hem kendisi için çok büyük bir adım atmış olacak.
Bunu sağlayacak lider, savaşın değil “barışın büyük kahramanı” olarak tarihe geçecek.
Bugünkü siyasi iktidar, ilk başlarda bu yönde epey yol almış, hem Müslümanların hem Hristiyanların, hem Doğu’nun hem Batı’nın sevgisini ve saygısını kazanmıştı. Türkiye o dönemde dünyanın yıldızları arasına giren bir ülke olmuş, zenginleşmiş, demokratik gelişmeler kaydetmişti.
Sonra iktidar yönünü değiştirdi. Sadece Türkiye için değil dünya için de felaketler yaşandı.
Eğer yönünü değiştirmeseydi belki de Suriye iç savaşı önlenebilirdi, büyük göç dalgaları oluşmaz, insanlar bu kadar acı çekmezdi. Dünya daha huzurlu, Türkiye daha zengin ve mutlu olurdu.
Türkiye’deki siyasi iktidar bilmediğim bir nedenden dolayı bu muhteşem fırsatı kaçırdı. Tarihin en ihtişamlı, en saygıdeğer liderleri arasında yer almaktan vazgeçti.
Ama Türkiye’nin önemi hâlâ aynı yerde duruyor. Hâlâ barış için büyük bir gücü var.
Tabii sadece Türkiye’nin değil, bütün dünyanın hastalandığı bir dönemden geçiyoruz. Bilgisayarın hayatımıza girmesi, fabrikalarda robotların çalışmaya başlaması, tarihte ilk kez üretimde insan beyninin insan bedeninden daha önemli olması, fikrin maldan daha fazla zenginlik yaratması… Bütün bu gelişmeler, bunlara ayak uyduramayan büyük kitleleri korkuttu. Korkuyla her yerde milliyetçiliğin arkasına sığınmaya çalışıyorlar.
Peki, bunun çaresi ne? Birçok insan, kendi mesleğine ve meşrebine göre birçok çare önerecektir.
Ben çarenin, insanların iyice katılaşan ve neredeyse hiçbir yeni görüşü kabul etmeyen düşüncelerine hitap etmekten çok, onların yavaş yavaş ölen duygularını yeniden canlandırmak olabileceğini düşünüyorum.
Bunu da en iyi edebiyat yapar. Genelden konuşmaz edebiyat, sayılardan, araştırmalardan söz etmez. İnsanı gösterir size, o insanda kendinizle birlikte bütün insanlığı görür, acıları ve sevinçleri hissedersiniz. Bir haberde bin kişinin öldüğünü okuduğunuzda bunu belki de unutabilirsiniz ama onlardan birinin başına neler geldiğini detaylarıyla okuduğunuzda kolayca unutamazsınız.
Ben size bu yazı yerine, Suriye’de, İsrail’de, Filistin’de bir çocuğun bu manyakça milliyetçiliğin sonunda nasıl acılar içinde yaşadığını ve öldüğünü anlatan bir yazı yazsaydım, söylemek istediğim her şeyi çok daha iyi anlatırdım sanıyorum.
Edebiyat anlatır, gösterir ve iyileştirir çünkü…
* Ahmet Altan bu yazıyı Süddeutsche Zeitung için kaleme almıştır.